Türkiye’de televizyon dizileri yalnızca birer kurgu değil; milyonlarca insanın duygu dünyasını, değerlerini, hatta gelecek hayallerini etkileyen dev bir kültürel alan. Sadece akşam saatlerinde ekran karşısına geçen bir aile bile haftanın en az üç günü, ortalama iki saat boyunca aynı hikâyeyi izliyor. Bu kadar geniş bir etki alanına sahip bir mecranın, toplumsal farkındalık konusunda çok daha dikkatli olması gerekirken, maalesef yıllardır süren sorunlardan biri hâlâ karşımızda duruyor: Kadına şiddetin dizilerde dramatik bir efekt gibi sunularak normalleştirilmesi sorunu.
Bazı dizilerde bir tokat, bir itme, bir bağırış, bir tehdit… Bunlar artık şaşırtıcı olmaktan çıktı; adeta hikâyenin ritmini yükseltmek için kullanılan “alışıldık sahneler” hâline geldi. Oysa bu alışkanlığın asıl bedelini toplumun kendisi ödüyor. Çünkü medya, özellikle diziler, yalnızca göstermez; aynı zamanda öğretir. Ekranda sık sık tekrarlanan her davranış, izleyicinin bilinçaltında bir yerde yer eder ve zamanla “normal” kategorisine kayar.
Bugün toplumda “Kadına şiddet arttı” cümlesini sık duymamızın nedeni, yalnızca sosyal hayatın bozuklukları değil; aynı zamanda bu bozuklukların ekranda yeniden üretilmesidir. Dizilerde şiddetin çoğu zaman bir çözüm yöntemi olarak sunulması, kötü karakterlerin rahatça şiddet uygulaması, hatta kimi zaman izleyicinin bunu “hak etti” diyerek normalleştirmesi, gerçekte var olan zihniyet sorunlarını besleyen bir döngü yaratıyor.
Şiddet sahneleri neden bu kadar kolay yazılıyor?
Bunun birkaç nedeni var kıymetli Paşavizyon Gazetesi okurları;
1-) Dramatik etki: Bazı yapımcılar şiddetin seyirciyi ekrana kilitleyeceğini düşünüyor.
2-) Alışkanlık: Yıllardır süren biçimsel bir yazım tarzı.
3-) Toplumsal yansıma iddiası: “Gerçekte de var, o yüzden gösteriyoruz” savunması.
Oysa önemli olan yalnızca gerçeği göstermek değil, gerçekleri nasıl anlattığımız. Bir kadın karakterin şiddete uğraması, toplumdaki şiddeti anlatmak için kullanılabilir; fakat bunun dozu, dili ve sonuçları çok önemlidir. Eğer senaryo şiddeti eleştirmek yerine “hikâyeye hizmet eden rutin bir araç” hâline getiriyorsa, işte o zaman orada tehlikeli bir normalleşme başlar.
Dizilerdeki tehlikeli mesajlar;
Bazı yapımlarda farkında bile olmadan şu mesajlar veriliyor:
“Güçlü erkek sinirlenirse kadın susar.”
“Kıskançlık sevginin göstergesidir.”
“Kadın ağlar, erkek çözer.”
“Şiddet kaderdir, sabredilmelidir.”
Bunlar gibi daha nice Sözler ve kelimeler.
Bu mesajların hiçbiri ne yazık ki masum değil. Çünkü dizileri izleyen milyonlarca genç, çocuk ve yetişkin var. Özellikle genç izleyiciler için ekrandaki ilişki biçimleri model oluyor. Bugün birçok gencin ilişkilerde öfkeyi, baskıyı, kıskançlığı sevgi zannetmesinin altında bu tür senaryoların izleri var.
Sorumluluk kimde?
Bu soruyu sadece senaryoya yüklemek, işin kolayına kaçmak olur. Çünkü medya bir ekosistemdir:
Senarist, hikâyeyi şiddetsiz de güçlendirebileceğini bilmelidir.
Oyuncu, canlandırdığı karakterin toplumsal etkisinin farkında olmalıdır.
Denetleyici kurumlar, şiddetin dozu ve sunum biçimini kontrol etmelidir.
İzleyici, ekran karşısında pasif bir tüketici değil, bilinçli bir takipçi olmalıdır.
Toplumsal dönüşüm ancak bu zincirin tüm halkaları aynı yönde hareket ettiğinde mümkün olur.
Peki ya sanatın sorumluluğu?
Sanat, hayatı anlatır ama hayatı aynen kopyalamak zorunda değildir.
Sanatın en önemli gücü, topluma ayna tutarken aynı zamanda yeni bir yol gösterebilmesidir. Dizilerin de bu güçten yararlanması, kadına şiddeti ele alırken:
eleştirel bir perspektif kurması, şiddeti övmeden ya da sıradanlaştırmadan göstermesi, kadın karakterleri güçlü, bağımsız, dayanıklı bir noktaya taşıması çok önemlidir.
Çünkü hikâyeler yalnızca eğlendirmez; yol gösterir, umut verir, dönüştürür. Bir toplumun kadınlara bakışını değiştirmek için bazen tek bir sahne bile yeterlidir. Tıpkı zarar veren bir sahnenin geleceğe kötü bir iz bırakabildiği gibi; iyileştiren sahneler de toplumda yeni bir bilinç yaratabilir.
Son söz
Ekranlar evlerimizin konuğudur. Her akşam salona giren bu “konuğun”, çocuklarımızın zihninde nasıl bir dünya kurduğunu düşünmek artık bir zorunluluktur. Kadına şiddetin normalleştiği bir medya dili, toplumun kaderi olamaz. Biz daha güçlü, daha saygılı, daha adil hikâyeler istiyoruz.
Bir tokat sahnesini eksiltmek bile, yeni bir geleceğin ilk adımı olabilir.